Bazen “marka olmak” yerine “marka almak” daha avantajlı


Yazan: Güventürk Görgülü

Ekonomik krizin ortaya çıkmasından beri sağda solda tekrarlanan “krizi fırsata çevirme” söylemi artık pek çok kişiye “zorlama bir iyimserlik” gibi gelmeye başladı. Herkes birbirine “Nasıl olacak da krizi fırsata çevireceğiz?”, daha doğrusu “Bu ortamda nasıl ayakta kalacağız, bunu bir de fırsata dönüştürmeyi başaracağız?” diye soruyor. Gerçekten de “krizi fırsata dönüştürmek” öyle ağızdan çıktığı kadar kolay bir iş değil. Ya döneme göre çok iyi bir iş fikri ortaya atıp oradan yürüyeceksiniz, ya da kriz dönemine girerken mali açıdan iyi durumda olacaksınız.

4 Kasım 2008 günü Dünya’nın birinci sayfasında İngiltere’de tekstil sektöründe ciddi bir büyüklüğe ulaşan Cafer Mahiroğlu’nun bir çağrısı yer alıyordu. Mahiroğlu, kriz döneminde İngiltere’nin ünlü giyim markalarının zor günler yaşadığını ve Türk firmalarının bu markaları satın alarak ciddi bir fırsat yakalayabileceğini söylüyordu. Yaklaşık 10 ay önce mali açıdan zora düşen kadın giyim markası Select’in yüzde 70’ini 13 milyon sterline satın alan Cafer Mahiroğlu, “dünya markası yaratma” iddiasıyla Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesinde oluşturulan Turquality programı için ayrılan kaynakların, bu tür uluslararası markaların satın alınması için kullanılabileceğini dile getiriyordu.

Daha önce de dile getirdiğimiz gibi uluslararası düzeyde marka yaratabilmek, toptan ve perakende dağıtım kanallarını etkileme gücünü de gerektiriyor. Bu anlamda Mahiroğlu’nun çağrısı hem çok daha ucuz bir maliyetle marka sahibi olmak, hem de bu markaların elindeki mağazalarla dağıtım kanalı elde etmek açısından son derece dikkate değer.

Hatırlanacağı gibi bu yılın mayıs ayında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde faaliyet gösteren Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) tarafından kurulan Dünya Türk Girişimcileri Konseyi toplantısında TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Cumhuriyet 100 yaşına geldiğinde Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmasını, araştırma-geliştirmeye dayalı, yenilikçi ve rekabetçi bir ekonomik model kurulmasını, en az üç sektörde dünya lideri olmayı, 500 milyar dolarlık ihracat yapmayı ve dünyada tanınan 10 marka üretmeyi hedeflediklerini söylüyordu. İşte Mahiroğlu’nun dünyada “marka satın alma” çağrısı bu açıdan oldukça anlamlı. Bu atılımı gerçekleştirebilecek mali güce sahip olan şirketlerin bunun için teşvik edilmesi, mali gücü olmayan ama bu markaları yönetebilecek know-how’a sahip firmaların da mali açıdan desteklenmesi gerekiyor. Söylendiği gibi Turqualty programı için ayrılan kaynaklar bu iş için kullanılabilir veya DTM-TOBB işbirliğiyle yeni kaynakların yaratılması için de çalışılabilir.

Burada oluşturulacak mali desteklerin karşılıksız olması elbette düşünülemez. Ancak iyi seçilmiş sektörlerde ve ince elenip sık dokunmuş satın alma operasyonlarıyla ortaya çıkartılan kaynağın ilerleyen yıllarda fazlasıyla geri alınabileceğine de hiç kuşku yok. Üstelik bu işler için öyle çok büyük, devasa kaynaklara da ihtiyaç yok. Türkiye tanıtımı, şu sektörün bu sektörün tanıtımı veya İstanbul 2010 gibi havanda su dövme projeleri için ayrılan kaynakların bir kısmı bile Türkiyeli pek çok firmanın uluslararası markalara yatırım yapmasının yolunu açacaktır. Tabii bunun için Türkiye’nin avantajlı olduğu, birikim sahibi olduğu alanların belirlenmesi, geleceği parlak sektörlerden geleceği parlak olabilecek firmaların tespit edilmesi ve bunun için de kamu-özel sektör kuruluşları arasında ciddi bir işbirliği gerçekleştirilmesi gerekiyor.

Bu tür operasyonların krizden bunalan kuruluşlar için yeni kapılar açabileceğine ve “krizin fırsata dönüştürülmesine” iyi bir örnek oluşturacağına hiç kuşku yok. Sözünü ettiğim haberin biraz üstünde Ülker tarafından satın alınan Godiva ile ilgili bir haberin yer alması aslında bu açıdan da iyi bir tesadüf değil mi?

RSS abonesi olun
Etkinliklerimizden haberdar olun
YouTube kanalımıza abone olun
Pinterest\\\
fb-share-icon
LinkedIn\\\
Share
Instagram\\\
Bizi Telegram kanalımızdan izleyin